Tanıyın beni ve unutmayın
27.01.2014 21:13:00
Sakaryalı
bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım. Adım yok. Adresim belli.
Kimsesizler mezarlığında kimsesiz sanmayın beni. Çıplak omuzlu ablalar,
abiler kazdılar kazdılar ama ulaşamadılar bana...
Sakarya'da, Kuran kursunda amentüyü öğrendim. Ölümü de kabullendim.
Eyvallah... Yaşamak için başka nelere gerek var bilemedim. Meğer ne zor
şeymiş yaşamak. Toprak altında dört günde öğrendim.
"En sevdiğim memleket yeryüzüdür / Sıram gelince yeryüzüyle örtün
üzerimi" şiirini bilemedim ben. Yeryüzü kırıldı, içine giremedim ben.
Ovanın ortasında kurulu kentin aşağı mahallesinde bir apartman katının
en alt dairesinde,
8 yaşında günlerce ölümü bekledim ben. Eğin'in türkülerine gömecekler,
biliyorum beni. Dertli... İçli... Yanık... Sakarya'da deprem vurgunu
yemişim; betonarmenin kavurduğu bir çocuğum ben çünkü. Çelik ve kumla,
dört günde oldum, piştim, öldüm ben. Duydum, bir abla; Arzu'ydu adı
galiba, hissetti nefesimi bağırdı etrafa. Televizyoncu abiler geldi ışık
tuttular... Üstümde gezindi dost köpekler... Kokladılar, havladılar.
Sevdim onları, sevdiler beni. Olmadı deyip, çekip gitmeden önce onlar
bile ağladılar sessizce... Dillerini bilemedim amcalar bağırdılar;
duydum onları... Sanırım bakkal amcaydı bir ara; "Kuzum, güzel kızım"
dedi, "Kınalım, ses ver ne olur..." Boğazlarım doluydu toprakla, taşla
konuşamadım. Biliyorum şimdi o büyük makinelerle gelip kazacaksınız
üstümü, korkmayın fark etmez bundan sonra; alın beni, kimsesizler
mezarına atın beni.
Adresimiz kolay, ezberlettiler bana. Siz de bulursunuz belki yıllarca
sonra. Sakarya kenti, Aziziye Mahallesi... Karakoldan dön... Sağlam
Apartmanı yanı... Çürük çıksa da evimizin toprağı, kendisi; küçük olsa
da yüreciğim, inanın dört günde öğrendim yaşamayı ipek böceği gibi.
Sesim çıkmaz, boğazlarım dolu. Ama duyarım dünyayı. Tıpkı Erzincan'da ölen bebekler gibi.
Yunanlı bir bebek doktoru teyze, toplamış yorganını sırtına, Yenikapı
iskelesinden binmiş de vapura, gözyaşlarıyla seslenmiş kamarota;
- Beni götürün çabuk Çınarcık'a, yaralı çocuklara...
Ağlamış çarkçı, süvari hepsi birden bu dostluğa. Ama Ankara'da bir adam
geri çevirmiş onu. Ah üzerimde o beton kiriş var ya, o bir olmasa,
gösterirdim ben ona...
İsrailli, Cezayirli, Fransız, İsviçreli amcalar da gelmişler duyunca
depremi. Gece vapurla geçip denizi, karaya ulaşınca Yalova'da, çiçekler
diyarında, yine bir garip adam; adı Vali:
- Uyuyun, şimdi sabah olunca çalışırsınız demiş...
Ağlamışlar onlar da. Kadere küfretmişler... Aynı adam, yani Vali,
elektrikler kesilince depremde mutfağında, kente elektrik vermek için
çalışan işçilere basmış azarı: "Çabuk mutfak lambam yansın" demiş...
Ah... Yok mu şu kahrolasıca demir yığını ellerimin üzerindeki...
Olmasalar... sarılırdım yakasına, sorardım, doğru mu diye? Doğru mu?
Sekiz yaşındaydım, Sakarya'da göçük altındayım. belki ölüyüm, çocuk
ölülerin en güzeli... Belki değilim, yaşamaktayım... Ama hayret
öldüğümün de farkındayım. Çünkü, dört gündür toprak altındayım. Gözlerim
Kuran kursundan tanıdığım türbanlı kurtarıcı ablaları aradı...
Yoktular. Canları sağolsun. Çünkü daha önce belki gözlerim de yoktular.
Çıplak omuzlu ablalar, çıplak bacaklı abiler kan ter içinde kazdılar
kazdılar. Ama bana ulaşamadılar. Hele bir Cezayirli abi vardı ki,
nefesimi duyan, gözyaşlarıyla yıkadı toprağı bana ulaşamayınca.
Ayın 14'üydü. Babam örgülü saçlarımı sevdi. Ay beni çekti. Yüzüm güne
döndü. 15'inde ayabakan çiçekleri gibi kaçtım güneşten. 16'sı gece
karanlıktı. Rüyalar içinde bir tahta at seçtim kafesten. Kaf Dağı'nda
saat 03.03'te kendimden geçtim. Bir çiçek tarlası, bir bulut yuvası,
sanki annemin göğsündeydim, babam saçlarımı okşadı. Oysa onlar yoktu
yanımda... Ama onlarsız da olamazdım ya! Galiba birlikte gittik, belki
de bütün Sakarya, aynı bahçede uyanmak üzere sözleştik. Sakarya toprağı
bereketli... Ama ev, fabrika dikince büyümüyor ki... Oysa dikince
domatesi, elmayı bir kızarıyorlar ki... Belki bildiklerinden kaderimi...
Belki kızıp Tanrı baba bize; bahçeyle, evlerin yerlerini değiştirdi o
gece.
Sakarya'da bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım... Adım yok. Adresim
belli. Aziziye Karakolu'na sorsunlar arayanlar beni. Kimsesiz
mezarlığında, kimsesiz sanmasın kimseler beni. Çiçeklerin en güzeliydim,
Sakarya ovasında açtım renklerimi, kıraç toprakların; Eğin'in
türküleriyle, ağıtlarla gömdüler beni.
Yalnız, demir, çelik ve beton içinde aç susuz gönderdiler ya, iki elim
yakalarında Süleyman amcayla Bülent amca, unutmasınlar beni...
Erzincanlı bir kardeş 33 yılda bir çocukları toplar deprem dedi... İnanamadım...
Çünkü bazı amcalar doğaya meydan okuyoruz diye inatlaşıp, yıkılan
evlerimizin yerine, aynısını dikerlermiş. Aynı çürük temeller üzerine.
Hatta bazıları çok kızıp geçmişe, sırf sağlam kalıp onları yüzyıllarca
utandırdılar diye, Ayasofya ile Süleymaniye'yi de yıkmak isterlermiş
sinsice. Aslında onların garezi çocuklara imiş. Öldükçe çocuklar,
analar, babalar, sağlam ev yapıp, kentin yerini değiştirmektense, gelen
paraları müteahhitlerle üleşip, kendilerini deprem zengini ilan
ederlermiş. Aslında onlar şeytanın arka bacakları imiş. Anadolu'da her
yıl deprem olurmuş, orta şiddetli. Üç yılda bir de şiddetlisi olurmuş.
Ama bana mısın demezmiş Türkiye'yi yönetenler. Bilim adamlarını
dinlemezlermiş. Paraları vurguncuya kaptırıp, araştırmalara para
vermezlermiş. Onlar ne ilkyardımı severmiş, ne de sağlam evi. Onlar
sadece kendilerini ve koltuklarını severlermiş. Gittiğim bahçede
Erzincanlı bir kuş tanıdım, kanadı gümüşlü. O anlattı bana. 1939'da
deprem olmuş, şiir bile yazmışlar ona:
"Kar yağar lapa lapa / Tipidir gelir geçer / Yan yana, sırtüstü ölüler /
Akşam olur tandıramaz / Ateşini yandıramaz / Gün ağar şafak söker /
Kimsecikler gitmez suya / Ezilmiş başlarıyla ölüler / Vardılar uyanılmaz
uykuya..."
Ben aslında uyanmak istedim uykudan, ama müteahhit amca az koyunca
betonu, toprak kovunca evimizi içinden, kan uykularda kaldı düşlerim.
Oysa ben ne aydınlık yarınlar düşledim. Büyüyünce değiştirecektim
Sakarya'nın, Gölcük'ün, İzmit'in, Yalova'nın yerini. Ve Türkiye'nin
kaderini. Yazık oldu, ben bana değil Türkiyem'e yanarım. Ölmesem, evleri
çok katlı değil, en çok üç katlı yaptıracaktım, bahçeli. Mafyaya
çaldırmayacaktım araziyi, belediyeyi.
Ama bir şey öğrendim. Ben kimim biliyorum şimdi. Sekiz yaşındayım...
Deprem vurgunu yedim. Ölüyüm. Bile bile öldürüldüm. Adresim belli.
Sakarya... Aziziye Karakolu'ndan dön sola... Sağlam Apartmanı yanı...
Kimsesizler mezarı. 16'sında gömüldüm diri diri, 20'sinde öldüm kederli.
Dört günde öğrendim yaşamı. Zor değilmiş inanın. Yaşayanlar siz de
biraz zorlayın.
Sesler geliyor kulağıma, sesler. Peki ama... Kimsiniz? Adınızı
duyamadım... Müteahhit mi dediniz?.. Belediye başkanı mı?.. Başbakan mı?
Cumhurbaşkanı mı? Yaşınız... Yaşınızı saklamayınız... Beni artık
kandıramazsınız, ben bir ölüyüm. Sizi sesinizden, gecikmenizden tanıdım.
Siz Ankara'sınız... Lütfen beni rahat bırakınız.